22 Şubat 2016 Pazartesi

'Carry On' Kitap Yorumu



Simon Snow is the worst chosen one who’s ever been chosen.
That’s what his roommate, Baz, says. And Baz might be evil and a vampire and a complete git, but he’s probably right.
Half the time, Simon can’t even make his wand work, and the other half, he sets something on fire. His mentor’s avoiding him, his girlfriend broke up with him, and there’s a magic-eating monster running around wearing Simon’s face. Baz would be having a field day with all this, if he were here—it’s their last year at the Watford School of Magicks, and Simon’s infuriating nemesis didn’t even bother to show up.

Carry On is a ghost story, a love story, a mystery and a melodrama. It has just as much kissing and talking as you’d expect from a Rainbow Rowell story—but far, far more monsters.

Sayfa sayısı: 522
Goodreads: 4,17


Selam herkese!!!

Yine uzun bir aradan sonra yeni bir kitap yorumuyla karşınızdayım. Bu ay benim için az ama öz kitaplarla dolu bir ay oldu. Çok fazla kitap okuyamadım ancak okudumlarım gerçekten beni tatmin etti. Bu kitaplardan biriside Rainbow Rowell'in 'Carry On' u oldu ki çoğunuz yazarımızı Eleanor&Park'tan tanıyordur.

Aslında bu ayın (hatta belki yılın?) favorisi benim için 'Kurtlara Söyle Eve Döndüm' olmuştu ancak onu yorumlamak istemedim. Bencillik yapıp fikirlerimi kendime sakladım. Bende o kadar özel bir yer etti. (Özellikle sağlık alanında çalışmamın bunda etkisi büyük.)
Neyse ki hemen arkasından bir hevesle D&R'dan ingilizce kitap okuyayım diye aldığım bu kitabı okudum ki doğru seçim yaptığımı gördüm.

Konusundan biraz bahsedecek olursam; Kitabın arka kapak yazısını okuduğumuzda herkes fark edecektir ki kitap biraz bize Harry Potter'ı andırıyor. Büyücülük okulu, Voldemort vari kötü karakter ve onu yenmesi için seçilmiş bir çocuk... Her ne kadar bu olay örgüsü zaman zaman akıllara Harry Potter'ı getirse de aslında Rainbow Rowell'in yarattığı büyülü dünya çok daha farklı. Çok daha güzel diyemeyeceğim çünkü çocukluğumu duvarımda boy boy Harry Potter posterleri ile geçirmiş ve Daniel Radcliffe'e aşık olmuş olduğumu varsayarsak bunu J.K. Rowling'e elbette yapamam. Ama yine de Rainbow'da gayet güzel bir dünya yaratmış.

Simon, yetimhanede büyümüş bir çocukken, 11 yaşında bir anda Mage dedikleri büyü dünyasının en güçlü büyücüsü oduğunu öğreniyor. Watford büyücülük okulunun Dumbledore'u sayılan The Mage bunu alıp, kötü karakter Humdrum ile savaşması için kanatları altına alıyor ancak Simon büyü yapma konusunda iyi değil. O kadar güçlü ki yaptığı büyüler yarardan çok zarar getiriyor diyebilirim. Kısacası gücünü kontrol edemiyor.
Simon'un Baz adında zeki, yakışıklı, kötü ve vampir bir oda arkadaşı var. Okulun ilk senesi yine seçmen şapkamsı bir olay ile öğrenciler oda arkadaşlarıyla eşleştiriliyorlar ve bir daha oda arkadaşlarını değiştirme gibi bir şansları olmuyor ve malesef Simon'da ondan nefret eden ve hatta onu defalarca öldürmeye çalışan Baz'le eşleşiyor. Kitapta Simon son sınıf öğrencisi (bu okul 8 senelik eğitim veriyor bu arada) ve geçmiş hakkında ara ara kesitler oluyor, Baz ve Simon'nın düşmanlığını anlayacağımız.

Simon'nın ayrıca Penny adında bir kankası, Agatha adında da bir kız arkadaşı var. (Agatha'dan nefret edin!) Penny biraz Hermonie kıvamında bir kız. Agatha'dan olsa olsa...neyse terbiyemi bozdurtmayın.

Bir de Hundrum diye bir varlık? canavar? büyücü? tam olarak ne olduğunu anlamlandıramadığımız ve Simon'ın yüzüyle etrafta dolaşıp büyü yiyen bir düşman var. Spoiler vermek istemediğim için demem o ki olay klasik olarak Simon-Baz-Penny üçlüsünün bir şekilde bir araya gelmesi ve maceraya atılmaları -ya da atılmak zorunda kalmaları mı demeliyim?- şeklinde dönüyor.



'Carry On' benim roman olarak okuduğum 2. ingilizce roman oldu. İlk ki 'All the bright places' tı ki muhtemelen onuda bencillik yapıp kendime saklayacağım. (Pegasus'tan türkçe olarak çıktığında belki onu da yorumlarım) Teknik olarak yorumlayacak olursam; ingilizce kitap okumaya başlamak isteyenler için bence gayet uygun bir kitap. All the bright places bundan bir tık daha zordu bence. İşin içine duygusal betimlemeler girince gittikçe anlaması zorlaşıyor ancak Carry On tam kıvamındaydı. Hızlı ilerleyende bir konusu olduğu için sıkılmadan okumaya devam edebilirsiniz. 

İçeriğine gelirsek... Spoilersız bu yorumu kapatmak istiyorum! Gerçekten! Ancak kitap beni o kadar şaşırttı ki gerçekten hiç beklemediğim bir yerden vurdu diyebilirim. Yani asla tahmin edemeyeceğim bir şeydi ki ben genelde film ya da kitap olsun sonunda ne geleceğini hep tahmin edebilen bir insanım. Şeydaghan'a kitaptaki ilerleyişimi anlatırken ona bu spoilerı vermemek için kendimi o kadar zor tuttum ki!!!

Ve sonuna kadar gerçekten çok keyif alarak okudum. Dediğim şok edici kısım dışında olay örgüsü tahmin edilebilirdi aslında. Simon'ı ve Penny'i çok sevdim, ancak Baz'e resmen aşık oldum. (Ben ve benim kötü çocuk aşkım!) Rainbow Rowell'i ne kadar sevdiğimden ise hiç bahsetmeyeceğim bile. Yazım tarzına hayranım. Kadın yemek tarifi yazsa o bile kitap diye okunur. Eleanor ve Park'ı da gerçekten çok severek okumuştum çünkü çok soft gelmişti, duygulardan oluşan bir kitaptı sanki o kadar içimizden bir hikayeydi ki okurken sanki yan komşunun hikayesini dinliyor gibiydim. Carry On'u ondan bir tık daha fazla sevdim çünkü yine kendi tarzını konuşturarak bu sefer içine sıradışı olaylar katarak yazmış. Güldüm, eğlendim, hüzünlendim, heyecanlandım ve bu sirkülasyon içinde gidip geldim. Sonuç olarak beni fazlasıyla tatmin etti.

Kesinlikle herkese tavsiye edeceğim bir kitap oldu Carry On. Ve... Ben bunu çok geç öğrendim ama sanırım Fan Girl'de Simon ve Baz'in fan fiction hikayesi bölüm bölüm yer alıyormuş. Bu yüzden yeni hedefim Fan Girl oldu. Açıkcası ingilizce kitaplar biraz pahalı oldukları için ve önümüzde gidilmesi gereken bir kitap fuarı olduğu için biraz beklemesi gerekecek.

Umarım yorumum sizin için yararlı olmuştur. Hepinize keyifli okumalar...


Puanım: 4,5/5











7 Şubat 2016 Pazar

'Shannara'nın Elf Taşları' Kitap Yorumu


Bilim ve insanlığın çağının sonu geldi; artık dünyaya hükmetme sırası yeni ırklar ve büyüde. Ancak büyü bile, büyük bir tehlikenin doğmasına engel olabilmiş değil. İblisler serbest ve dünyanın sonu gelmek üzere. Sadece, Shannara soyunun son varisi Wil Ohmsford, Prenses Amberle'yi dünyayı kurtarmayı amaçladığı tehlikeli görevde koruyabilecek güce sahip. İblislerin lideri ise buna izin vermemek için tüm gücünü kullanmaya kararlı.
(Tanıtım Bülteninden)

İthaki
Özgün adı: The Elfstones of Shannara (Shannara Chronicles #2)
Sayfa Sayısı: 600
Goodreads: 3,96




 


  Yepyeni ve farklı bir kitap yorumuyla yeniden merhaba!
  Geçtiğimiz günlerde Seydaghan ile yazdığımız 2016 challenge listemde sizlere bu yıl Terry Brooks'tan Shannara serisini okumaya karar verdiğimi söylemiştim. Geçtiğimiz günlerde Mtv'de 'Shannara Chronicles' adında yepyeni bir dizi olarak başlayan seri bu şekilde dikkatimi çekti. Kitap olduğunu ve ülkemizde çoktan türkçe yayınlandığını fark ettiğim anda okuma listeme girdi. Yaptığım D&R turlarından birinde bu kitapla karşılaştım ve düşünmeden aldım. Niye çünkü çok zenginim... Şaka yapıyorum, bana aldırmayın.
  Kitabı aldığımda bunun serinin ikinci kitabı olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Oturup araştırmazsan böyle olur tabi! İthaki dizi olarak yayınlanmaya başladığı için kitabı dizi kapaklarıyla tekrar basmaya başlamış ve bunu dizinin uyarlandığı kitapla başlayarak yapmışlar. Birazda onların kurbanı oldum sanki! Neyse ki kitabtan anladığım kadarıyla Shannara Efsaneleri adı altındaki bu serinin her kitabı başka bir ana karakterin başından geçiyor. Tabi bazı karakterler ortak, örneğin Druid Allanon gibi... Ha birde seri sülale boyu! Önemli bir elf kralı olan Shannara'nın soyuna dayanan Ohmsford ailesinin her ferdi, sanki gençliklerinde bir macera yaşamazsa olmazmış gibi bir olaya karışıyorlar.
  Shannara'nın elf taşları'nın konusundan biraz bahsedecek olursam; bu seride alışılmışın dışında Tolkein'nin yarattığı orta dünyadan çok daha farklı bir dünya var karşımızda. Yeni dünya modern çağın çöküşünden kalma. Dünyayı tüketen insanlar yüzünden bir çok yıkım yaşanmış ve çok büyük savaşlar olmuş geçmişte. Kitapta azda olsa bunlardan bahsediyor, ancak ben seriyi ikinci kitapla okumaya başladığım için ilk kitapta daha fazla ayrıntı olduğunu tahmin ediyorum.
   Yeni dünyada bir çok farklı ırk var. İnsanlar, elfler, troller, cüceler, gnomlar vs. Ancak büyü ortadan kaybolmuş durumda. Elfler büyülerini kaybetmiş hatta bir çoğu büyünün varlığına bile inanmamakta. Bu biraz Nasrettin hocanın kazan fıkrasına benziyor. Yahu elflerin, trollerin, cücelerin yaşadığı dünyaya inanıyorsunda büyünün olmadığına nasıl inanmıyorsun?
    Elfler batı karası diye adlandırılan yerde hüküm sürmekte. Başkentleri Arbolon, şehrin göbeğinde Ellcrys dedikleri ve onlar için çok önemli olan bir ağaç var. Her sene ağaç tarafından seçilen 7 elf seçilmiş olarak bir yıl boyunca ağaçla ilgilenmekte. Efsaneye göre ağaç iblislerin dünyaya geçmesini engelleyen bir barikat. Efsane diyorum çünkü ağacın varlığından bu yana yüzlerce yıl geçmiş o yüzden elfler bu hikayenin gerçek olduğuna inanmıyorlar. Yine de bir gelenek ve onur olarak bu ağacı yıllarca korumayı sürdürüyorlar. Kralın torunu olan Amberle 500 yıl sonra seçilen ilk kadın seçilmiş olmasına rağmen bir sebepten ötürü görevini bırakıp, ailesini terk etmiş. Bunun sebebini sonlara doğru öğreniyoruz. Geri kalan 6 seçilmiş Ellcyrs'e hizmet etmeye devam ediyor ancak bir gün ağaç onlarla konuşup, onlara öldüğünü söylüyor ve bunun için seçilmişler arasındaki bir kişinin çok önemli bir görev üstlenmesi gerekiyor. Görev ise Amberle'ye kalıyor. Wil Ohmsford tam olarak burada devreye giriyor. Allanon'un ona verdiği elf taşları ile Amberle'yi korumak onun görevi oluyor. Birlikte çetin bir maceraya atılıyorlar.


   Kitap hakkındaki yorumuma gelirsek, öncelikle diziyi izlemeye başladıktan sonra kitabı okudum ve şunu söyleyebilirim dizi ile kitap birbirinden çok farklı. Yani öyle böyle farklı değil, özellikle konu bakımından benzerlikleri inanılmaz derecede az. Yine de şimdilik diziyi farklı bulduğum için izlemeye devam ediyorum. Kitabın gidişatı diziye göre daha yavaş ancak olayların tasvirini daha çok sevdim. Sindire sindire gidiyorsunuz, her detayı zihninizde canlandırabiliyorsunuz. O yüzden yazım tarzı konusundan yazarı beğendim. Ancak sanıyorum ki Tolkein'nin yapıtlarından sonra bu seriye ölüp bittiğimi söyleyemeyeceğim. Evet, beğendim, okurken keyif aldım ama bittiğinde kendimi seri ile ilgili hayallere kaptırmadım. Karakterlerin hiçbirine körü körüne bağlanamadım. En büyük eksikliği de yaşadıkları dünya ile ilgili bilginin kısıtlı oluşuydu. Belki serinin ikinci kitabını okuduğum içindir bilmiyorum ama sonuç olarak diğer ırkların yaşayış biçimleri, şehirleri, güçleri ve daha bir çok şeyi eksik buldum. Doğru kelime bu mu olur bilmiyorum ama sanki kitabı biraz basitleştirmiş gibi geldi. Belki de bir baş yapıt olamayışının sebebi budur.
   Yine de serinin diğer kitaplarını da alıp okumayı düşünüyorum. Kitaplar çok eski basım olduğu için ya kapakları çok kötü ya da tükenmiş durumda. Ancak kapaklar yenilenmeye başladığına göre seriyi baştan sonra yeniler diye ümit etmekten başka çare yok şimdilik. Yakın bir zamanda serinin üçüncü kitabı 'Shannara'nın Dilek Şarkısı'nı yeni kapağıyla piyasa sürdüler. Kapakta dizide Allanon'u canlandıran oyuncu var. (Elf taşlarının kapağındaki de Amberle) Az sonra, okumak isteyenler için serinin kitaplarını aşağıya sıralayacağım. Böylece benim gibi karışıklık yaşamadan seriyi rahatlıkla bulup okuyabilirsiniz.
   Okurken işlerimden dolayı uzun bir süreç yaşadım ancak keyifle okudum. Son dönemde okuduklarımdan çok farklı bir tarz olduğu içinde memnun kaldım. Umarım yorumum seriyi merak edenler için yararlı olur. Hepinize keyifli okumalar! Hoşçakalın!

Puanım: 3,5/5



SHANNARA EFSANESİ SERİSİ:

1.Kitap: Shannara'nın Kılıcı
2.Kitap: Shannara'nın Elf taşları
3.Kitap Shannara'nın Dilek Şarkısı




SHANNARA'NIN MİRASI SERİSİ:

1.Kitap: Shannara'nın Çocukları
2.Kitap: Shannara'nın Druidi
3.Kitap: Shannara'nın Elf Kraliçesi
4.Kitap: Shannara'nın Tılsımı






5 Şubat 2016 Cuma

'Gözlerindeki Canavar&Ruhumdaki Canavar' Kitap Yorumu



Kırmızı Başlıklı Kız, Koca Kötü Kurt'a âşık olursa… Ignazio Vitale iyi bir adam değildi. Onu ilk gördüğümde tehlikeyi sezmiştim. Karanlık ve öldürücü… Büyüleyici ve ürkütücü... İstediğim her şey ve ihtiyacım olan son şey... Saplantı…

Beni ağına düşürmesi, yatağa atması ve 
hayatına dahil etmesi çok uzun sürmedi. Onun sırları vardı, hayal bile edemeyeceğim sırlar… Gözlerindeki karanlık, ürkütücü ve heyecan vericiydi. O, yakışıklı prens maskesi ardına gizlenmiş bir canavardı ve maskesini çıkardığında her şey değişmişti. Ondan nefret etmek istiyordum. Bazen ediyordum da... Ama bu onu sevmeme engel olmuyordu.
(Tanıtım Bülteninden)



Yabancı
Özgün Adı: Monster in His Eyes
Sayfa Sayısı:443
Goodreads:4,25




Ben iyi bir adam değilim. Değilim işte. Biliyorum. İçimde, dünyada en ufak ışık zerresi bile bırakmayacak kadar karanlık var. Ama zarar veremeyeceğim biri var, söndürmeye cesaret edemediğim tek bir ışık… Karissa. Benim bir canavar olduğumu düşünüyor ve belki de öyleyim. Onu her dokunuşumla ürkütüyor, ruhuna işkence ediyorum. Ama ben tek değilim. Dünya canavarlarla dolu ve en tehlikelileri ben değilim. Onların yanına bile yaklaşmıyorum. Tanrı bana yardım etsin ki onu seviyorum. Seviyorum işte. Ve Tanrı, onu benden almaya çalışan herkese de yardım etsin.
(Tanıtım Bülteninden)





Yabancı
Özgün Adı: Torture to Her Soul
Sayfa Sayısı:478
Goodreads:4,24



   Ocak ayında kendimi aşıp, işi gücü bırakıp fazlaca kitap okumuş olmama rağmen bloga yorum girmeye değecek bir kitap bulamamıştım. Aslında bu seriyi de yorumlamak aklımda yoktu. Çünkü sanırım en son okuyanlardan biri olabilirim. Seydaghan'nın beni gaza getirmesi ile yorumlamaya karar verdim. İyi mi oldu? İyi oldu.
   Başlangıç olarak bu seriyi niye mi bu kadar geç okudum!? Bunun en büyük sebebi sanırım 'salt' erotik içeriği olan kitaplardan hoşlanmıyor olmam ve bu kitaplardan beni soğutan kitap: Grinin Elli Tonu serisidir ki hala nasıl bu kadar sevilip okunduğunu anlayabilmiş değilim. Öncelikle bu kitabı da onun gibi basit, konusuz, porno içeriğinin kitaba aktarılmış hali olduğunu sanmıştım. (Acımasız eleştirilerim için kusura bakmayın. Elbette zevkler ve renkler tartışılmaz. Kesinlikle burada eleştirdiğim erotik içeriği olması değil, ama kitabın bu kadar ünlenecek bir konusu ya da yazım tarzı olmadığını düşünüyorum. Seriyi seven okuyucuların düşüncesine saygım sonsuz!) Sonuç olarak bu serinin de onun gibi olduğunu düşünerek ön yargılı yaklaştım. Kitap ilk çıktığında bir çok blogger, bookstagram ve vloger kitap için deli oluyordu. Bir çok övgü dolu yorum aldı, ancak arkasındaki kısıtlı tanıtım bülteni ve klasik olarak 'kötü adam' kalıbı yansımalarını gördüğümde bununda vasat bir kitap olduğunu düşünmüştüm. Yanıldığımı işte bu kadar geç anladım. Aslında sanırım bu bir açıdan iyi oldu. Kıvranarak ikinci kitabın çıkmasını beklemek zorunda kalmadım.
   İki kitabı da okuoku'nun muhteşem indirimlerinden yararlanarak aldım. O yüzden benim için baya karlı oldular. Ve ikisini arka arkaya birer günde bitirdim. Okuması oldukça basit ve sürükleyici olmasının bunda oldukça yararı oldu.
   Seriyi önce genel yorumlayacak olursam; İlk kitap kadın kahramanımız Karissa'nın ağzından anlatılırken, ikinci kitap ise erkek kahramanımız, İgnazio Vitale'nin ağzından anlatılıyor. (Adamın adı bile karizma!) Karissa'nın ağzından yazmanın yazar için zor olduğunu düşünmüyorum ama bence İgnazio'da zorlanmış olmalı. Çünkü İgnazio nam-ı diğer Naz ya da Vitale tamamen sır küpü bir adam. Yaptığı işi, geçmişi, hisleri o kadar kapalı ki Karissa'nın pandoranın kutusunu açması kolay olmuyor. Pandora'nın kutusu diyorum çünkü İgnazio gerçekten kötü bir adam. Kötü görünmeye çalışmıyor, içinde gizlenmiş bir iyilik barınmıyor ve kötü olduğunu gizlemiyor. O gerçekten kötü! 
   Gözlerindeki Canavar'ın konusu kısaca şöyle; Karissa 18 yaşında, annesi dışında kimsesi olmayan ve annesinin tüm korkularına ve karşı çıkışlarına rağmen New York'a üniversite için gelmiş yeni yetme bir kızımız. Burslu okuyor, yurtta kalıyor, Melodi adında bir oda arkadaşı var ve felsefe dersinden nefret ediyor. Eh, nefret etmekte haklı! Profesör de ona az çektirmiyor.
   Günlerden bir gün felsefe dersi sonrası, telefonunu sınıfta unuttuğunu fark edip onu almak için geri döndüğünde gizemli bir adamın felsefe profesörleriyle konuştuğunu duyuyor. Konuşma oldukça sıradışı... Hangi kadının böyle bir şey ilgisini çekmez ki? Gizli gizli, kenardan köşeden telefonunu bulmaya çalışırken bir yandan onları da dinliyor. Konuşmalarının bittiğini fark edince yakalanma korkusu ile saklanıyor ama nafile. Adam İgnazio Vitale kızım, sen kimden saklanıyorsun misali Naz kızın karşısına dikiliveriyor. Bizimki Naz'in 1.85'lik boyunu ve maviş gözlerini görünce vuruluyor tabi, eh biraz yaşlı diyor ama olsun olgun erkek iyidir modunda. İşte ilk tanışmaları bu şekilde oluyor! Sonrasında mı?



   Eğer spoiler yemekten korkuyorsanız bu kısmı geçmeniz için son uyarı!


   Bütün kitabı anlatmak istemiyorum ama bu kitabı spoilersız yorumlayamadığımı fark ettiğim için uyarı ile birlikte biraz daha kitaptan bahsetmek istiyorum. Karissa ve Naz daha sonra bir bar çıkışı yeniden karşılaşıyorlar. Karissa'nın kafa, tabiri caizse nuri alço taktiğiyle gazozuna ilaç atıldığı için duman, önünü gördüğü yok, düşe kalka bardan çıkmış, sokağın ortasına kustu kusacak tam da o sırada Naz geliyor ve Karissa'yı yoldan toplayıp kendi evine götürüyor.
  Karissa Naz'in odasında uyanıyor, nerdeyim la ben diye panikliyor, aman Allah'ım hiçbir şey hatırlamıyorum moduna giriyor tüm bu Banu Alkan triplerinden sonra Naz çıkıp geliyor. Gerçek tanışmaları bu şekilde oluyor. Naz'in gerçek yaşını öğrenince, oha falan oldum yani modunu çabuk atlatıyor. İlginç bir şekilde aralarındaki yaş farkını o kadar da umursamıyor. Naz'le biraz sohbet ediyorlar sonra Naz onu yurduna bırakıyor ve 'üzerinde bu kıyafetler olmadan neye benzediğini görmek isterim' diyerek bizim kızı tavlıyor. Tek bir cümle ve BAM! Üstelik adam numarasını kızın telefonuna kaydetmiş! (Gerçek hayatta böyle bir şey olsa sapık damgası yer ama işte hayal dünyası...)
   Sonrasında tahmin edildiği gibi görüşmeye başlıyorlar. Yaş farkı çoktannn unutulmuş. Yaklaşık ikinci ya da üçüncü görüşmelerinde; Naz Karissa'ya, 'yapmamam gereken bir şey yapıyorum, senden hoşlanmaya başlıyorum' diyor ve bizim kızın fişekler orta kopuyor. Beynin ön lobu kitleniyor ve mantıklı düşünemiyor. Adam buna 'bak kızım ben iyi biri değilim, beni değiştirmeye çalışma değişmem, sonra yok efendim sen çok kötüsün, ayırlmak istiyorum biz ayrı dünyaların insanlarıyız dersen seni bırakmam' diyor ama Karissa'mız yalnızca omuriliği ile düşünmeye başladığı için 'olsunnn ben öyle bir şey yapmam kiiii' diyerek Naz'in resmi çıkma teklifini kabul ediyor.
   Karissa yavaş yavaş Naz'in gizemli dünyasının içine çekiliyor. Arkadaş dediği mafya kılıklı adamlarla tanışıyor, Las Vegas'a kumar oynamaya gidiyor, sevmediği insanlar birer birer ortadan kayboluyor falan ama kızımız 'ay canım ne var ki, her gün her yerde kötü bir şey oluyor, tesadüftür o tesadüf' modunda, 'dünya yansa umrumda değil bana Naz yeter' diyerek yaşamaya devam ediyor.
   Bu daha ne kadar böyle devam edecek? Bir düşün kız, bir düşün? Adam seni bağlamış, aşk gözlerini kör etmiş resmen. Ananı bile aramıyor sormuyorsun. Çarpılırsın çarpılır diyoruz ve o sırada olanlar oluyor. Sanırım kitabın en sürükleyici kısımları da burasıydı. Karissa Naz'in gerçek amacını öğreniyor ve aslında resmen kan davasının ortasındaki masum yavrucak olduğunu fark ediyor. Ve nihayet Naz'in gerçekten kötü bir adam olduğu kafasına dank ediyor!!! 
   Günaydın!


***Spoiler Sonu***

   Bizi şaşırtarak, aslında garip bir şekilde beklediğimiz son gerçekleşince kitap en can alıcı noktada bitiyor ve ikinci kitaba geçiyoruz. İkinci kitaba başlamadan önce aklımda hep, ne kadar kötü bir insan olursa olsun onunda içinde bir iyilik vardır ya umuduyla yaşadım. İkinci kitapta bunun cevabını bulmak beni tatmin etti. Naz'in ağzından anlatılmış bu kitap bana onu anlama fırsatı verdi. Yaptığı tüm kötülüklere rağmen Karissa'yı incitmeyişi, ona olan bağlılığı, onu bu hale dönüştüren olayları gördükçe Naz'e biraz daha kanım ısındı. Ancak itiraf etmem gerekirse ilk 200 sayfasında Naz'in acımasızlığı beni kokuttu. Mantıklı düşününce, her şeye rağmen Karissa'nın onun yanında kalması biraz abartıydı. 'Her şeye rağmen kısmını' ikinci bir spoiler olmasın diye söylemek istemiyorum ama kitabı okuyanlar bilir ve okumayanlar okuyunca anlarlar.



   
   Kitabın kendini sevdirmesinin en büyük nedenin, yazarımız J.M Darhower'ın her kadının genlerinde yazılı ideal erkek tipi: 'Kötü ama aslında özünde iyi, maço ama aynı zamanda romantik, beni duvara yapıştıracak kadar tutkulu ama aynı zamanda pamuklara saracak kadar nazik, kesinlikle baklavalı ve Adam Levine'e benzeyen' imajını çok iyi betimlemesi olduğunu düşünüyorum. Kimse inkar etmesin! Ben iri yarı, uyurken horlayan, göbüşlü, döşü kıllı erkek severim diyen her kadının bile genlerinde kodlanmıştır bu tip. Yazarda bundan yola çıkarak İgnazio Vitale'yi yaratmış ve genç kızların aklını başından almıştır. Tabii kitabı güzel kılan sadece bu değil. Hem konu hemde yazım tarzı itibariyle çok sevdim. Kolay okunan buna rağmen her cümlenin altı çizilebilecek güzellikte cümlelerle dolu bir seriydi. Tavsiye etmekle kalmıyorum, alın okuyun benim gibi eşşeklik edip geç kalmayın diyorum. Üstelik yanılmıyorsam 3. kitap yolda. Tabi bizde ne zaman çıkar orası meçhul!
   Umarım yorumumu beğenmişsinizdir. Sağlıcakla kalın. Keyifli okumalar herkese...


  PUANIM: 4,5/5


                                       











3 Şubat 2016 Çarşamba

KİTAP YORUMU : MONTAGUE AMCA'NIN DEHŞET HİKAYELERİ- CHRİS PRİESTLEY









KARANLIK BASTIRDIĞINDA BURALARDA OLMAK İSTEMEZSİN...

Edgar'ın amcası ormanın derinliklerindeki bir evde oturuyor. Edgar, ormandan geçerken köy çocuklarının ağaçların arkasına gizlenip onu izlediğinden emin, ama ne olursa olsun korktuğunu belli etmemeye kararlı.

Bir gün, Edgar'ın amcası ona bir dizi tüyler ürpertici hikâye anlatıyor. Üstelik, bütün bu hikayelerin gerçek olduğuna dair kanıtları da var: Küçük bir bez bebek, altın yaldızlı bir çerçeve, pirinçten yapılmış eski bir teleskop… Acaba Montegue Amca bütün bu lanetli eşyaları nasıl bir araya getirdi?

Fakat bu soruya cevap arayacak zaman yok. Edgar, karanlık bastırmadan önce ormandan geçip eve dönmek zorunda… ama belki de aradığı cevapları orada, ormanda bulacak.

Montague Amca'nın kendi hikâyesinin, tüm zamanların en şaşırtıcı ve en korkunç hikâyesi olduğunu keşfettiğinizde tüyleriniz diken diken olacak… 
                                                              (Tanıtım Bülteninden)

YAYINEVİ: TUDEM YAYINLARI

ÖZGÜN ADI: UNCLE MONTAGUE'S TALES OF TERRORS

SERİ: TALES OF TERROR #1

TÜR: FANTASY/PARANORMAL

SAYFA SAYISI: 224

GOODREADS: 3.99


    Chris Priestley oldukça ilginç bir yazar bence, bana Neil Gaiman'ı hatırlatıyor. Karanlık hayalgücüyle çocuklara yazdığı korkutucu öyküleri tam Gaiman tarzında. Belki de bu yüzden merak ediyordum yazarın Dehşet Hikayeleri serisini. Korku kitabı yazmak başlıbaşına bir iştir zaten ama çocuklar için korku öyküleri yazmak çok daha başka bir yerde. Ve bana sorsanız hangisini tercih edersin diye düşünmeden "Çocukların için" olanları seçerim. Çünkü çocuklar canavarları bizden daha iyi bilirler, daha iyi görürürler. Hayal güçleri her zaman bizden çok daha gelişmiş,bakış açıları ise daha farklıdır. İşte tam bu noktadan çıkarsak çocuklar için yazılan korku kitapları büyükler için yazılmış olanlara göre daha korkunçtur. En azından ben öyle düşünüyorum.
Ben bu seriyi uzun zamandır alınacaklar listemde tutuyordum. Ama bir türlü nasip olup da alamadım taa ki geçen sene kütüphanede serinin ikinci kitabı KARA GEMİDEN DEHŞET HİKAYELERİNİ görene kadar.



    Tabii ki önce Kara Gemiden Dehşet Hikayelerini alıp okudum ama pek de sevdiğim söylenemez. O yüzden Montague Amca'nın geçen seneden beri Goodreads'deki Currently Reading listemde olduğunu söylesem kimse şaşırmaz herhalde. 
Ocak ayında mutlaka ve mutlaka okumam gereken kitaplar listesindeydi Montague Amca. Ve okudum daha başlangıcından beri içine çekti diyebilirim. Gemiler ve onlarla ilgili hikayelere ne kadar ilgisizsem tuhaf ormanlar ve eski karanlık evlerde yaşayan uzak akrablarlada o kadar ilgiliyim. Neyse konumuza dönelim 









    Edgar, kasvetli bir ormanın içinde eski bir evde yaşayan amcasını ziyaret ediyor ve her ziyaretinde olduğu gibi amcası bu seferinde de ona ilginç hikayeler anlatıyor. 
Şöminenin başında, sıcak bir fincan çay eşliğinde anlatılan bu hikayeler hiç de sanıldığı kadar sıradan hikayeler değil. Bir çocuk içinde dehşet diye adlandırılabilecek öyküler bunlar. Ama işin ilginç tarafı 
anlatılan her bir öykünün başrolü olan objelerin amcasının koleksiyonunda bulunması. Edgar, zaman zaman amcasının akıl sağlığından şüphelense de korkutucu olduğu kadar ilgi çekici olan hikayelerine devam etmesi için onu teşvik ediyor taa ki... eh gerisini de siz okuyup öğrenin.




Neden bilmiyorum kendi kendime hep bu seri içerisinden en çok Montague Amca'yı seveceğimi söyleyip durmuştum. Bir şekilde sadece kapağına bakarak bile bir çekim hissettiğim bir kitaptı. Tuhaf kısmı şu ki gerçekten de öyle oldu. 2015 'in Ekim ayında Currently Reading listeme attığım bu kitabı Ocak ayında okumaya başladım ve tek kelimeyle bayıldım. Hikayenin ana damarını oluşturan Edgar ve Amcası'nın birbirinden ilgi çekici ve ürpertici öykülerle olan bağlantısı ve o öykülerin ikisini gündüz gözüyle okumama rağmen beni korkutması ve o leziz sonu. Aslında ikinci kitaptan alışkındım yani nasıl bir son olabileceğini tahmin etmiştim az çok ama bu sefer ki pekte benim beklediğim gibi çıkmadı. Yarı yarıya tahmin ettim diyebilirim. Öykülere gelirsek özellikle 8 hikaye beni acayip korkuttu. Bu kitap kesinlikle ve kesinlikle çocuklara göre değil. En azından belli bir yaştaki çocuklara göre değil. Zira kabus gördürme ihtimali yüzde yüz diyebilirim.





 Serinin son kitabı TÜNEL AĞZINDAN DEHŞET HİKAYELERİ 'ni de en az Montague Amca kadar merak ediyorum. Hatta içimden bir ses bunun daha korkunç olacağını söylüyor umarım öyle olur. Üç kitaptaki illüstürasyonların hepsi David Robert tarafından yapılmış. Ayrıca Tudem Yayınları serinin üç kitabını birleştirip tek kitap olarak okuyucuya sunduğu yeni versiyonunu okuyucunun beğenisine sunmuş.


Okuma Günlüğümde kitabın başlangıcından sonuna her bir öyküye ayrı ayrı puan verdim :

1.ORMANDAN GEÇERKEN 4/5
2.TIRMANMA 2/5
3.KAPI-SIZ 5/5                                               
4.BANK BAŞLIĞINDAKİ İBLİS 5/5
5.ADAKLAR 3/5
6.KIŞ BUDAMASI 5/5
7.ALTIN YALDIZLI ÇERÇEVE 3/5
8.CİNLER 5/5  (Bu hikaye Türkiye'de, Şanlıurfa'da geçiyor.)
9.BİR HAYALET HİKAYESİ 3/5
10.PATİKA 4/5
11.MONTAGUE AMCA 5/5 



 PUANIM:








Ana Sayfa

Kitaptuber

Popular Posts

Followers

Template Hits